Benim sınıfım pek de başka bir sınıf değildi aslında. Ancak şu sıralar canım sıkılıyor ve bir şeyler yazmazsam patlayacakmış gibi hissediyorum kendimi. Bu nedenle sınıfım her ne kadar başka olmasa da belki birkaç okul anımı anlatabilirim. Ha ha, hiç şansınız yok; anaokulundan başlıyorum…
Hiç unutmadığım ve muhtemelen bir daha hiç unutmayacağım (nedenini paragrafın sonunda siz de anlayacaksınız) bir anım var. Anaokulundayım, piyes mi desem oyun m desem bir şeye çalışıyorz. İşte bir müzik eşliğinde sahnelenecek bir oyun. 23 Nisan günü toplanılan meydanda sunacağız. Bir aydan daha uzun bir süre çalıştık. Ben ana karakterlerden biri olan damat karakteriyim. Herkes ve her şey hazırlandı. Dedim ya, bir aydan daha uzun süre çalıştık. Her gün çalıştık falan filan, 22 Nisan günü sol kolumu sobaya değdirdim ve kolumun üstünün dirseğime kadar olan yeri yandı. Derisi sobaya yapıştı ve yavaş yavaş; cızırdaya cızırdaya küçüldükçe küçüldü ve kara dumanlar çıkararak pis bir koku yaydı. Ha ha, artık orası yanık ve bir daha iyileşmeyecek. (Sosis kalınlığında, deriden biraz daha siyah bir iz taşıyorum. Aslında ilk günlerde daha kötüydü. Ama nasıl olduysa artık sadece kara. Pütürekli bir yapısı yok.)
Anaokulu bitti. Bütün arkadaşlarım 1. sınıfa gidecekler. Ancak ailem bir sene daha anasınıfına gitmemi istiyorlar. İşte beni kandırdılar (ki aslında ben onları kandırdım
) ve oyuncak bir tüfek almaları karşılığında bir sene daha anasınıfına gitmeye karar verdim. İlk gün, okula gittiğimde, bütün arkadaşlarım üzerlerinde mavi önlüklerle bahçede koşturuyorlardı. Ben ise aralarında kırmızı renkli anasınıfı önlüğüyle dolanıyordum. O zamanlar hoşlandığım bir kız vardı. Kendimi ona sevdirmek için peşinde maskara olmuştum. Onun yanına gittim. Dediği laf “
Aaa, bizim küçük de gelmiş” oldu ve güldü. Yıkıldım. Okul çıkışı eve gittiğimizde, akşam yemeğini yedikten sonra zırlamaya başladım. “
Ben 1. sınıfa gitcem! Bana ne 1. sınıfa gitcem! Ühüü ühüü”. Annem o gece sabaha kadar uyumadan bana bir önlük dikti. Böylece ilk gittiğim gün anasınıfı olarak gittiğim okula okulun ikinci günü birinci sınıf olarak gittim. Ancak kaydımı falan aldırmak için müdüre yalvardığımı hatırlıyorum. Çarşıda onu arayıp bulduğum an sürekli sınıfta birinci olacağıma, çok çalışacağıma dair falan sözler veriyordum. Her ne kadar tüfeği aldıktan sonra yan çizmiş olsam da; müdüre verdiğim o sözleri liseyi kazanana kadar tuttum.
Tam olarak hangi sınıfta olduğumu ya da kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum ancak bu iki hikaye arasında bir zaman diliminde olması gereken bir başka anımda ise; okul çıkışı arkadaşlarla okul bahçesinde maç yapıyorduk. Maç bitti. Benim maç yatığım arkadaşlar pek iyi “arkadaş” değildiler. Hırsızlık vs türü şeylere biraz daha yatkındılar. Ben de bildiğiniz muhallebi çocuğu (ki hala öyleyim. Tehlike sinyalleri çaldığı zaman tek silahım demagoji ve yalakalıktır). İşte kandım, girdim bakkala bir tane sakız çaldık kaçtım. Sonra bakkalın karşısındaki binanın duvarında şekerli sakızı açıp ağzıma attım. Birkaç kez çiğnedim ve duvarın dibine tükürdüm. Offf, of… Daha o amcadan helallik istemem lazım…
4. sınıftaydım galiba, teneffüs olmuştu ve dışarı çıkasım gelmemişti. Sınıfta dolanıyordum. Tuğçe diye bir kız geldi utana utana baktı sonra “
I love you to” dedi bana. Ben o lafı her ne kadar “I love you” şeklinde bilsem de ne demek istediğini anladım. (Ancak oradaki “to” nun ne olduğunu 6. sınıfta öğrenecektim.) Kıza bön bön baktım. Sonra gülmeye başladım. Utana sıkıla sınıfta dolanıyordum falan, arkadaşlar gelmiş tipik gaza getirici sesler çıkararak (ki genellikle “ooooooooow” du bunlar) benimle beraber geliyorlardı falan. Sonuç olarak; kıza hiçbir şey söylemedim ve babasının tayini çıkıp başka bir yere taşınana kadar sürekli korkup kaçtım ondan.
7. sınıfta bir arkadaşım vardı benim; ne zaman pantolonu yırtılırsa o gün kesinlikle benim de pantolonum yırtılırdı. Neticede, okulun karşısındaki parkta tattirivalliye binerken önce onun pantolonu yırtıldı. Sonra ben kahkahalarla gülerken cort diye bir ses daha duyuldu; bu sefer de benim pantolon yırıldı. O gün beden eğitimi dersimiz olduğu için sınıfa çıkıp beden eğitimi kıyafetlerimi giyme imkanım vardı Allahtan. Ancaaaak, ben öyle bi tarafını tutmuş merdivenlerden yukarı çıkarken bir sürü ilkokul öğrencisi gülmekten kırılıyordu. Hele birinin yanından geçerken bir ilkokul çocuğu yanındaki aradaşına “
Altına mı kaçırmış? Ha ha hi hi…” diyerek kıs kıs gülmüştü. Alçak.
8. sınıfta herkes derslere asılmışken, biz arkadaşlarla kafeye gider yüzük oynardık. Tuzağa düşmeyin, bilgisayarım son yıl garip bir trojen nedeniyle bozuktu (Ki hatta o pislik trojen nedeniyle bilgisayarıma atılan bir formatta yaklaşık 100 sayfalık kitabım da silinmişti. Eh, o zamandan beri önemli şeylerin kopyalarını alıyorum). Bilgisayarım bozuk olduğu için evde oynayamıyordum. Haftada sadece bir kez arkadaşlarla gidip yüzük kuruyorduk. Bakmayın öyle “
Herkes çalışıyordu biz geziyorduk” değil de, OKS yaklaştıkça kendimizi oyalayacak bir şeyler arayışına girmiştik. O seneye kadar “Yüzüklerin Efendisi” denen şeyin ne olduğunu bilmeyen kişilerden oluşuyordu sınıfım. Çok sürmedi, ilk dönem sonuna kadar neredeyse çevremdeki her arkadaşımı “Yüzük manyağı” yapmıştım. Hafta sonu yapacağımız maç için pazartesinden taktikler falan kurmaya başlıyorduk. Genellikle gruplu oynardık ve grupta benim görevim genellikle haritalara göre taktikler üretmek olurdu. Evinde oyunu olan bir arkadaş, o hafta hangi haritada oynayacaksak onun bir krokisini hazırlar sınıfa getirir. En başta ben olmak üzere gruptaki diğer arkadaşlarla beraber o haritaya göre taktik düzenlerdik.
Burada bitiyor benim paylaştıklarım. Çünkü liseye dair olanlar artık masumluktan çıkıyor.
(Bir çok manada…
)